PEŞTE USULÜ
Sarp Keskiner
O’nu hatırlamaya oturduğum bir öğleden sonra zihnimde canlanan şu fotoğrafı hafıza albümüme on sekiz sene önce, aşağı yukarı aynı mevsim ve saatlerde kaydetmişim: Serin bir mutfağın sonradan kapatılmış balkonunda, bordo renkli o ufak tabureye oturmuş; ince uzun parmaklarının arasına sevgiyle dolayıp, dakikalarca sabırla yıkadığı lahana dilimlerini inanılması tanıklık olmaksızın imkânsız bir titizlikle şerit şerit kesiyor... Düzgün kesilmiş lahana şeritlerinden oluşan yığın, nice dünya savaşı görmüş de cumhuriyetten hemen sonra bir tahta sandığın içine sığışıp, ta Budapeşte’den buralara birkaç eşya ile beraber gelmiş; varlığını gururla sürdüren mavi çinko bir tasta birikiyor.
Tas, masa, sandalyeler... Muzip bir çekirge misali her an rafın birine sıçrayacak gibi duran üç ayaklı fındık öğütücü, diğer eşyalar gibi tekrarcıl yılların ve geçmişe ait sonsuz saatin izini taşıyor. Tüm bu eşyaların yeri belli; bu lezzet tapınağı mutfakta. Başka evlerde varlıklarını tehlikeye atacak “eskiyenin yerine züccaciyeden yenisi gelir” ihtimalinin geçersiz olduğunu biliyor olmanın gülümsemeli bir rahatlığı ile emin emin dizilmişler raflarda.
Zaman ile barışık bir aşınmışlık... Tecrübe ile sabittir ki, ihtiyar insanların evlerinde zaman, zannedebileceğinizden çok daha yavaş akar. Bu yavaşlık, İzmir’in yaz akşamlarının imbatı kadar serin ve garantidir.
Top tohum karabiberler, Ender marka bodur zeytin ezmesi kavanozunun içinde neşe ile az sonra kurulacak olan turşunun defne kokulu okyanusunda yüzmeyi bekleşiyor. Bir balık kadar sessiz ve suskunlar... Reenkarnasyonu yepyeni bir işlevsellikle garantiye almış bayat ekmek dilimleri, Auer marka tombul ocağın mavi alevinde siyahlara bürünerek bu turşu ritüeline çıkıp gelmiş... Ritüelde mayalama görevini üstlenecek birkaç kıyakçı haşlanmış nohut tanesinin birbirleriyle sessizce tutturduğu sohbeti sadece büyükannemle ben duyabiliyoruz: “Bak anâme, yaşıyor, yaşıyor…”; kısık mavi gözlerinde bir kraliçe edası ile okşuyor bakliyat tebasını bu seksenlik Macar güzeli…
Salonda büyük dedem; kalın camlı gözlükleri kadife terliklerine dik açı ile eğimli, diliyle ara sıra patlattığı birkaç hayret efektinin dikkate almazsak, hariciyeci eskisi bir ciddiyetle gazetesini okuyor. Az sonra saat 18:00 olacak; lambalı radyodan ajansları dinleyecek. Gazeteyi, ajansı müteakip tekrar okuyacağı için dikkatle katlıyor. Radyoya hayat veren kutu pili ve evdeki çalar saatleri kontrol etmekle meşgûl edecek kendini az sonra…
Güneş, yavaş yavaş Atina’ya doğru yuvarlanıyor. O zamanlar bizim balkondan bakınca karşıda, körfezin çıkışında kimi lahzalarda hareli bir nurla taçlanan puslu tepe Atina… Evimizin bilinmeyen bir ülkenin bilinmeyen bir şehrine bu kadar yakın olması, hayret verici bir şey. Mübadiller hariç; her İzmirlinin dilinden hiçbir şey anlamadan saatlerce seyrettiği ERT kanalları buradan yayın yapıyor. (Karaburun, ilkokul ikiye kadar benim hatrıma Atina taklidi yapmak zorunda kaldı).
Lahana dilimleri, kucak kucağa kavanozun içine yerleşiyor; nohutlar işbilir bir eda ile bir iki yuvarlanıp dilimlerin arasında yerlerini alıyor. Müsavi miktarda tuzlu, şekerli su; ağır ağır üstten dökülecek ve nihayette, ekmek dilimlerinin tepesine emektar, kare biçimli o mermer parçası yerleşecek. Ben de yavaş yavaş eve dönmeye hazırlanacağım. (1984)
14 Temmuz 1997, Bostanlı, Karşıyaka, İzmir
www.myspace.com/leomalandro