Kılavuzu Karga Olanın


MERCEK


Şevket Akıncı - Escher Chronicles – A.K. Müzik
Şevket Akıncı’nın sadece gitarist, besteci, prodüktör, doğaçlama müzisyeni ya da düzenlemeci olarak yer aldığı albümleri, birlikte çalıştığı müzisyenleri, kurduğu toplulukları, dahil olduğu ya da oluşturduğu organizasyonları saymaya kalksak, derin bir külliyat, diskografi çıkar ortaya. Kitabı yazılması gereken, en azından hakkında tez yazılacak çok yönlü bir sanatçı Şevket. Yaklaşık iki yıl önce yeni projesi için fon aramaya başladığı günden beri heyecanla beklediğimiz albümü Escher Chronicles, geçen ay çıktı. Albüm, Hollandalı ressam M.C Escher’in resim, gravür ve yontmalarından esinlenerek ortaya çıkan ve oda orkestrası için yazılan 18 eserden oluşan bir kompozisyon bütünü. Memleketin nadir çağdaş müzik topluluklarından Hezarfen Ensemble ve Şevket Akıncı’nın kendi ismini taşıyan grubu tarafından seslendirilen kompozisyonları şef Orhun Orhon yönetimiyle kaydedildi.
 
Projenin hikâyesini Şevket’ten dinleyelim; “Escher evrenin sırlarını sadece makro düzeyde değil, mikro düzeyde de bulabileceğimizi bizlere görsel yollarla anlatıp, duyguyla zihin arasında neredeyse mükemmel bir denge oluşturup, karşıtlıkları aynı potada eriten bir sanatçı olarak, merakımı ve hayal gücümü tetikledi. Escher’in eserlerindeki harekette, yatay, dikey veya döngüsel bir zaman görebiliriz. Dikey olarak çizdiği motiflerde bir kontrpuan (yatay çok sesleme sistemi), yatay olarak tekrar eden motiflerde ise bir ritm seziyorum. Escher’in çoğu eserinde de mevcut olan bu iki öğe –ritm ve kontrpuan– kompozisyonlarımda en çok önem verdiğim iki özelliktir. Barok dönem ve 20. yüzyılda Steve Reich, Philip Glass veya Terry Riley gibi minimalist bestecilerin eserlerinde de bu iki müzikal öğe son derece önemlidir. İşte tam bu noktada yarattığı mekânsal sanatın, müzik gibi zamansal bir sanatta vücut bulabilecek olması bana yola çıkma cesareti verdi. Çok zorlu ama bir o kadar keyifli olan bu çalışmadaki amacım, Escher’in yaptığı gibi, gerçek zamanı manipüle ederek, psikolojik bir zaman yaratmak ve algıdaki göreceliliğe müzik yoluyla dokunmaya çalışmaktı.
 
Albüme gelirsek, Şevket’in daha önce bildiğimiz kendi eserleri ya da yer aldığı projelerdeki çalışmalarındaki çok yönlü geçişkenlik albümün tamamında hissediliyor. Minimalizm başta olmak üzere, avangard, çağdaş müzik ve caz, kompozisyona esin veren Escher eserinin müziğe dökülmesinde araç olarak kullanılan türler. Yine de albümü Şevket’in belirttiği gibi Philip Glass, Terry Riley, Steve Reich gibi minimalist bestecilerin eserlerinin yanına koymak gerekir öncelikle. Şevket Akıncı, şimdiye kadar yaptıklarının yanında, ismini dünya ölçeğinde bir kompozitör olarak bu üç ismin yanına ekliyor Escher Chronicles isimli bu başyapıtıyla.
 
Albüme esin veren her Escher çalışmasının görselini internette bulabilirsiniz. İşte bir taraftan bu eserleri bakarak ilgili kompozisyonu dinleyince, Şevket’in kalkıştığı işin büyüklüğüne de, bu işin altından nasıl ustalıkla geldiğine de hem gözünüz, hem kulağınız şahit oluyor. Escher’in eserlerinin tekrar, görelik, ikilik (çokluk), metamorfoz gibi temel kavramlarını müziğe dönüştürme fikri bile heyecan verici. Tekrarların bozuluşunu/göreliğini/dönüşümünü kulaklarınızla takip ettiğinizde görselin somutluğunun (ve söz konusu olan Escher olsa bile kısıtlılığının) soyuta uzanışı ve dinlerken tetikledikleri, Escher Chronicles albümünü dinleyip dinleyebileceğiniz her albümden farklı, bambaşka bir hale, deneyime dönüştürüyor. Bu albümün dünya ölçeğinde hak ettiği yere gelmesi gerek. Bunun için iş biraz da bize düşüyor.


YAYIN


B-Sınıfından anaakıma, korku, gerilim ve bilim kurgu bağımlıları olarak uzundur aramızda “Geceyarısı Sineması gibisi çıkmadı sonra,” diye konuşurduk. Sonrasında kargamecmua’ya da düzenli yazılarını veren Murat Kızılca güzel bir sürpriz ile geldi bize. Türün memleketteki amansız takipçilerinden oluşan harika bir ekip yeni bir dergi ile yola koyuldu. Alacakaranlık Nisan ayının başlarında raflarda yerini aldı. Meraklısı için belli ki yıllarını korkugerilim dünyasına vermiş yazarlardan çıkan zamansız yazılar nedeni ile saklanacak bir yayın olacak. Daha önemlisi dergiyi çıkaran dostların açıkça ifade ettiği etkileşim. Alacakaranlık dergisi efsane Geceyarısı Sineması ile şimdi bize başka bir evrenden atarını yapan Metin Demirhan ve hemen onun yanında sakince gülümseyen Giovanni Scognamillo’nun izinden gidiyor. Üstelik bunu hiç gocunmadan, keyifle söylüyorlar. Umarız daha onlarca sayıda buluşuruz kendileri ile.
 

FİLM


James Gray’in enteresan bir kariyeri var. 1994’te sadece 25 yaşında ilk filmi Tim Roth’lu Little Odessa ile Venedik Film Festivali’nde Gümüş Ayı kazanan yönetmenin tekrar gündeme gelmesi zaman aldı. Son 10 yıldaki filmleri genelde ödüllere aday olsa da onun patlama yapan işi olmadı hiçbiri. Son yapımı The Lost City of Z ise çok iyi eleştiriler alarak Gray’in itibarını yükseltti. 1900’lerin başında Amazon’lardaki bir kayıp kenti ararken hayatını kaybeden İngiliz kâşif Percy Fawcett’in hikâyesini David Grann’in 2009 tarihli ve aynı isimli kitabından uyarlamış. Brad Pitt ve Benedict Cumberbatch’i kaybedince görece tanınmayan bir isim Charlie Hunnam’a gelmiş başrol ve belki de daha iyi olmuş. Hunnam’ın yanı sıra Twilight serisinden sonra kendine saygın bir portfolyo yaratan Robert Pattinson ve Sienna Miller var. Hatta eskilerin ünlü ismi Franco Nero’yu da görebiliyorsunuz. James Gray’e bir göz atmakta fayda var.

Bir de festival haberimiz var. İlk kez düzenlendiği 2013 yılından beri 112 filmi görme ve işitme engelli sinemaseverlerin erişimine uygun olarak sunan Ankara Engelsiz Filmler Festivali, 5. yılında Türkiye’nin diğer şehirlerini gezmeye başlıyor. Festival’de bu sene uzun, kısa ve belgesel toplam 35 film, “Engelsiz Yarışma”, “Türkiye Sineması”, “Dünyadan”, “Engel Tanımayan Filmler”, “Uzun Lafın Kısası”, “Çocuklar İçin”, “Sinema Tarihinden” ve “Otizm Dostu Gösterim” tematik başlıkları altında sinemaseverlerle buluşacak. Festival’deki tüm filmler göremeyenler için sesli betimleme, duyamayanlar içinse işaret dili ve ayrıntılı altyazı ile gösterilecek. Her sene olduğu gibi bu sene de tüm gösterimlerini ve yan etkinliklerini ücretsiz olarak takip edebileceğiniz festival, 5-7 Mayıs’ta Eskişehir, 12-14 Mayıs’ta İstanbul, 18-23 Mayıs’ta Ankara’da. Program ve etkinlik ayrıntıları için engelsizfestival.com adresine göz atabilirsiniz.

DİZİ


Nisan ve Mayıs ayı televizyon tarihinin herhalde en kutlu aylarından biri oldu. Better Call Saul’un 3. sezonu (Gus Fring’li hem de), Fargo’nun 3. sezonu ve 27 yıl aradan sonra Twin Peaks’in 3. sezonu start aldılar. Ancak bu diziler sezon sonlarını Hazirana kadar yaşamayacağı için onlardan bahsetmeyi önümüzdeki sayılara bırakalım. Bu ay kadınların ön planda olduğu işler var radarımızda. İlk dizimiz 7 bölümüyle rahatça ardı ardına izleme yapılabilecek bir iş, Big Little Lies. Reese Witherspoon, Nicole Kidman, Laura Dern gibi isimlerin yer aldığı kadrosuyla ilgi çeken yapım, biraz Bloodline, biraz da The Slap havasında, “beyaz adamın dertleri” kıvamında bir iş. Dallas Buyers Club filmiyle tanıdığımız
Kanadalı yönetmen Jean-Marc Vallée’nin başarılı yönetimini söylerken oyunculukların yer yer zorlandığını belirtmeli. Üst-orta sınıf bir ortam olan Monterrey’de bir cinayet işlenmiştir. Çocuklar üzerinden ailelerin rekabeti, sorunlu evlilikler derken aslında bir pembe diziden bahsediyoruz sanki. Öyle olsa bile o türün en iyi işlerinden biri olduğunu ve Witherspoon’un parladığını söylemeli.
Kadınların Hollywood’da bir yaştan sonra iş bulmasının zor olduğu hep söylenir. Gıcık bir durumdur bu. Özünde bu konuyu işleyen Feud, hem Susan Sarandon hem de Jessica Lange’ye başrolleri vererek bu derdi güzel çözüyor. İkilinin sırasıyla Bette Davis ve Joan Crawford’u canladırdığı 8 bölümlük kısa seri bu iki Hollywood efsanesinin What Ever Happened to Baby Jane? isimli filmlerinin çekimleri sırasında iyice alevlenen düşmanlıklarını konu alıyor. Dönem dekorları ve bu ikiliye katılan, yönetmen Robert Aldrich’i canlandıran Alfred Molina’nın da iyi oyunculukları olumlu taraflarıyken, sürekli tarihsel bilgi vermek zorunda kalma hali yorabiliyor. Nip/
Tuck
, American Horror Story ve Glee gibi popüler işlerle tanınan Ryan Murphy’nin yaratıcısı olduğu yapım gene de biriktirilip keyifle izlenebilecek bir iş.

ALBÜM


Hip hop bu sayfalarda çok yer bulamıyor, doğru. Belli de bir nedeni yok aslında bunun. Ama konu Kendrick Lamar olunca bir lafını geçirmek lazım. Birçok sevdiğimiz müzisyenden (özellikle Lambchop’tan Kurt Wagner) methini duyunca ilgilenmeliydi. Amerika’da West Coast olarak adlandırılan rap yöresinin başkenti diyebileceğimiz Compton’da doğan ve daha 8 yaşında mahallede klip çeken Tupac Shakur ve Dr. Dre’yi izleyerek büyüyen Lamar, aslında 2011’de henüz 24
yaşında yayınladığı ilk albümü Section.80 ile hemen dikkat çekmişti. Ama “Amerika’nın en iyi hip hop’çusu” titrini alması 2015’teki To Pimp a Butterfly ile oldu. Amerika’nın tekrar alevlenen ırkçılık tartışmaları arasında para, şöhret, kadınlar ağırlığını kırıp sosyal vaziyetlerden de bahsediyor olması ve harika videolar yapması Kanye West’in bulandırdığı suyu tekrar berraklaştırıyor. Yeni albüm DAMN.’in de hem müzikal açıdan hem de Lamar’ın yarattığı persona açısından iyi bir devam olduğunu söyleyebiliriz. Hani hip hop’un belki de bize bazen uzak kalmasının sebebi olan grotesklikten tamamen azade değil ama sound ve Lamar’ın rhyme’ları harika. İlk iki video “Humble” ve “DNA” de gayet başarılı. Hatta Bono’nun da son 20 yılda müzikal anlamda yaptığı en iyi şey olan “XXX”i de sayabiliriz. Bize belki “iyi” hip hop konusunda da iyi fikirler verir. Siz de hip hop sevmeseniz bile hiç olmazsa bu abinin videolarına bir göz atın.
Timber Timbre’yi severiz. O da bizi hiç mahçup etmez. Kanadalı şarkıcı/şarkıyazarı Taylor Kirk’ün başı çektiği grubun 5. albümü Sincerely, Future Pollution da gene tatmin ediyor dinleyiciyi. Bir önceki albümünde “Bana basit adamlar bulun,” diyordu, o da müziğinde bu basitliği çok kararında beceriyor. Synth’lerin biraz daha ağırlık kazandığı albümde Kirk’ün her zaman sahip olduğu oyunbazlık bu sefer sound’una da yansımış. Film-noir ve psikodelik havaları baki kalırken, külliyatının en hareketli şarkıları da bu albümde. Ayrıca “Sewer Blues”un en iyi şarkılarından biri olduğunu da belirtmeli. İstikrarlı bir şekilde renklenen müziği bizi mutlu etmeye devam ediyor.
Warp’un 20 yıldır has adamlarından olan elektronikçi Squarepusher’ın akustik müziğe selam çaktığı projesi Shobaleader One harika bir albümle karşımıza çıktı. 2000’lerin başlarında Aphex Twin’in Batman’ine adeta bir Robin olan Tom Jenkinson, bir elektronik müzisyen olarak tanınsa da canlı enstrümantasyon konusunda da yetenekli olduğunun ipuçlarını vermişti. 2010’da Shobaleader One adını verdiği projeyle farklı sulara yelken açmıştı. Şimdi de aynı grup (kalvyede Strobe Nazard, davulda Company Laser, gitarda Arg Nution ve basta Jenkinson) çoğu ‘90’lardan Squarepusher klasiklerini canlı olarak yorumladıkları Elektrac adında bir albüm yayınladı. Canlı desem de aradaki alkışları duymasanız canlı olduğunu fark etmeniz zor. Çok temiz kayıt. Çalım, sound vs hepsi kalburüstü. Bu tarz caz füzyon işleri şu aralar çok revaçta değil belki ama bu albüm için hepinizin kütüphanelerinde yer vardır.
--------------------------------------
Bu ay iki tane sürpriz debüt var. İlki Kelly Lee Owens. 20’li yaşlarını indie rock yapan The History of Apple Pie ile geçiren Galli müzisyen, bu ilk solo albümünde ise elektroniğe yelken açıyor. Hafif ambient, hafif pop, hafif tekno tatlarıyla bezeli kendi adını taşıyan Kelly Lee Owens’da ilk albüm heyecanı belli oluyor ama önümüzde de keyifli bir kariyer olacağını düşünebiliriz.

Diğeri ise, Ought isimli grubuyla post-punk camiasında sesini duyuran Kanadalı müzisyen Tim Darcy. Solo kariyerinin başlangıcını Saturday Night ile yaptı. Yer yer ‘60’lardan Roy Orbison tatlarını alabildiğiniz albümde özellikle The Velvet Underground referansını hissetmeniz mümkün. Albüm ilk albümlere özgü hamlığa da sahip. Darcy’nin tarzını bulması için biraz daha zamana ihtiyacı olduğu belli. Yukarıdaki referanslardan müziğini kurtarıp özgünlüğünü bulduğunda bir daha konuşalım isteriz.