Kılavuzu Karga Olanın


MERCEK

Çeşitli Sanatçılar – Istanbul Street Trash / A Compilation About No Fake Posers Just Lifestylers Volume I – Prof Sny Records
Bu ay Tampon’un plağını da basan ve sadece plak basarak devam eden Çek firma Prof Sny, amme hizmeti sunmaya devam ediyor. “Sahte pozcular değil, sadece yaşam tarzı olanlar hakkında bir toplama” alt ismiyle yayınlanan toplamada, yaptığı müziği yaşamıyla özdeşleştiren ve yeraltında kalmayı seçmiş 14 grup yer alıyor. Surf, ’77 punk, no wave, doom, raw, punk, dark wave, ska, enstrümental metal türlerinin köklü ve yeni grupları birarada. Albüm sıralaması; Rumble Fish, Reptilians From Andromeda, Poster-iti, Hedonistic Noise, Sülfür Ensemble, The Young Shaven, İstanbul Ska Foundation, Robotat, She Past Away, Cemiyette Pişiyorum, The Raws, El Topo ve Secondhand Underpants şeklinde. Kayıtlara Prag’daki Stüdyo Hostiva’da plak mastering’i yapılmış olması da mühim. Çünkü yukarıda sayılan grupların pek çoğunun iyi bir kaydını bulmak hazine gibi bir şey aynı zamanda. 

Gelelim kayıtlara. Albümün A yüzü 1996’da kurulan ve onlarca konser vermiş olmasına rağmen elde neredeyse hiç doğru düzgün kaydı bulunmayan Rumble Fish’ten “Gort” ile açılıyor. Surf denilince ülkemizde ilk akla gelen grup onlar. Ve çok şükür artık dinleyip çalabileceğiz. Ardından albüm için kaydettikleri yeni şarkıları “Fashion Now” ile Reptilians From Andromeda geliyor ve tempoyu yükseltiyor. Sonra Poster-iti tüm bayraklar “Öldürür” diyerek salonun ortasında pogo yaptırıyor. Yeni kuşak punk gruplarımızdan Hedonistic Noise’un “Why I Need You”suyla süren gaz tempo, kendileri yeni olsa da üyeleri veteranlık mertebesindeki Sülfür Ensemble’ın çamurlu gitarlarıyla icra ettikleri “Marilyn”i ile mahşeri bir hal alıyor. Sonra The Young Shaven artık alametifarikaları haline gelen “A.M. Darling Sun” ile ibreyi post-punk’a çeviriyor. A yüzünün kapanışında yine eski olmasına rağmen elde nadir kayıtları olan gruplarımızdan İstanbul Ska Foundation
var. Enerjik “Son Tren” ile içiniz kıpır kıpır arka yüzü çeviriyorsunuz. 

B yüzü, 2003’te Rumble Fish’ten ayrılan ikilinin kurduğu Robotat’ın “Anatolian Cowboy”u ile, yine surf ile başlıyor. Ve bu sefer Tampon’un “Hortum”u ile hemen hızlanıyor. Memleketin en eski punk grularından biri olan Tampon’dan temiz bir kayıt dinleyebilmek ne harika bir his anlatamam. Sonra memleketin medarı iftiharları She Past Away’in “Soluk”u ile haletiruhiyemiz değişiyor. Ardından yine köklü punk gruplarımızdan Cemiyette Pişiyorum, bu sefer İngilizce bir şarkıyla,
“Children Of A Lesser God” ile rotayı yine punk’a çeviriyor. Geçen yılın en güzel gelişmelerinden biri The Raws’un geri dönüşüydü. Böyle bir albüm tabii ki onlarsız olmaz. Geri dönüş şarkıları “Fat and Grey” ile karambole yuvarlandıktan sonra bir sakinleşiyor ve El Topo’nun progresif tınılarla bezeli “Hel”ini dinliyoruz. Kapanış yeni kuşak riot grrrl, punk grubumuz, belalı Secondhand Underpants’in “Ninjas!”ı ile kısa ve acılı oluyor.

Özge Duchoslav ve Tolga Özbey tarafından derlenen ve album-art çalışmaları Tolga - Aybike Çelik Özbey imzalı albümün ismi “Volume I” diye bitiyor ya, galiba en güzeli bu albümün ikincisini beklemek. Böyle bir toplamaya her zaman denk gelemezsiniz. Renkli plak olarak sadece 500 tane basıldı ve dijital versiyonu olmayacak. Plağa ulaşmanın en kolay yolu bandcamp.com’a Prof Sny Records yazmak. Hem diğer plaklara da göz atarsınız.

YAYIN

Her Şey Aydınlandı ve Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın romanlarını (ya da en azından birini) okuyan biri için tüm edebiyat âlemi içinde çok çok farklı bir isim Jonathan Safran Foer. Yazarın uzun bir aradan sonra gelen ve geçen yıl pek çok farklı mecrada yılın en iyi romanı olarak gösterilen üçüncü romanı Buradayım, Begüm Kovulmaz çevirisiyle yine Siren Yayınları tarafından yayımlandı. Her kitabında ayrı bir biçem yaratan, dili, kurgusu ve sayfa tasarımlarıyla romana yenilikler katan, günümüzün en zeki yazarlarından biri Foer. Bu sefer bir evliliğin çöküşünü konu ediyor. Tabii ki sadece bu kadarı değil. Sevdiklerine kıyamasalar da sevgiye kıyanların, kalp kırıklıklarını hayal artıklarıyla yamayanların ve bitirmeye çalıştıkları hayatlardan bir şeyler biteceğini umanların öyküsü.

FİLM

Yeni nesil yönetmenlerin ilgi çekicilerinden olan Ben Wheatley’nin kariyeri çok iyi başlamıştı. İlk 3 filmi (Down Terrace, Kill List, Sightseers) sağlam gerilim, korku ve kara mizahı basitçe ama oldukça etkileyici bir şekilde birleştiriyordu. Wheatley bu güzel başlangıçtan sonra arayışlara yöneldi ve en son Ballard’ın önemli uyarlaması High-Rise ile karşımıza çıkmıştı. Bu zor işin altından Terry Gilliamvari bir yaklaşımla kalksa da beklentimizi çok da karşıladığını söylemek zor. (Belki de, yalan yok, sadece Tom Hiddleston’dan pek hazzetmediğimizdendir.) Wheatley yeni filmi Free Fire ile tanıdığı sulara geri dönüyor. Yazarlığını da üstlendiği yapım için aslında artık sıkıcı hale gelmeye başlayan gangster filmlerinden biri daha diyebilirsiniz ama tek mekânda geçmesi; Cillian Murphy, Sharlto Copley ve Noah Taylor gibi güzel isimlerle keyifli bir iş olacağı ipucunu veriyor bize. Ben Wheatley takipte kalmaktan pişman olmayacağınız bir isim.

DİZİ

Geçen sene iddiasız bir aile komedisi olarak başlayıp, yirmişer dakikalık 10 bölümle ilk sezonda müptelalık yapan ve ikinci sezonu alan The Detour’un yeni bölümleri hızlı başladı. Küçük rollerin komedyenleri olarak ayrı kariyerleri olan Kanadalı karıkoca Jason Jones ve Samantha Bee’nin yaratıcıları olduğu dizide, Jason Jones ayrıca Justified’dan aşina olduğumuz Natalie Zea ile başrolleri paylaşıyor. İlk sezonda anne, baba ve biri kız, biri erkek çift yumurta ikizlerinden oluşan çekirdek ailenin yaratıcılık dolu fikirler ve yan karakterler arasından Florida’ya yaptığı tuhaf kara yolculuğunda, aile içi tabularla bolca dalga geçilmişti. Babayı oynayan Jones’un performansı ile de sürüklenmiştik. Bu sezon ailemiz New York’a taşınıyor ve New York’ta malzeme bol. Ve görünen o ki annenin geçmişi New York’tan da fazla hikâye barındırıyor. Tavsiyemiz ilk sezonu izlemediyseniz 2,5 saat ayırıp önce peş peşe sezonu bitirmeniz. Bu arada 25 Nisan’da bitecek ikinci sezonun birikmesi ve aynı yöntemle kalan bölümleri sıralamanız. İyi eğlenceler.Kanadalı komedyen Matt Johnson yavaş yavaş dikkatimizi çekmeye başlayan isimlerden. Geçtiğimiz yıl Sundance’te gösterilen Operation Avalanche ile ilgimize mazhar olmuştu. 1969’daki ay ziyaretinin aslen stüdyoda çekilen bir kurmaca olduğu fikrine dayanarak bir belgesel olarak kotarılan, Johnson’ın başarılı tekniği ve mizahıyla eğlenceli bir yapımdı. 2013’teki The Dirties de oldukça iyi eleştiriler almıştı. Johnson şimdi de ortağı Jay McCaroll ile 2007-2009 arası kotardıkları web dizisi Nirvanna The Band The Show’u bir televizyon dizisi olarak sunuyorlar. Adı üstünde Nirvanna ismini verdikleri 2 kişilik gruplarıyla Rivoli isimli popüler bir mekânda sahne almak için çabalayan iki “ahmağın” maceralarını konu alan dizide her zaman onlara değil, çoğunlukla onlarla beraber gülüyorsunuz. Mizah anlayışları nahifliğin yanında yerinde bir serbest zekâ ve doğaçlama barındırıyor. Popüler kültürle de dalgasını biraz Flight of the Conchords’u andırır şekilde geçiyor. Johnson’a hemen ısınmak kolay değil ama seveceğiniz yanları da olacaktır. (Matt Johnson demişken aklımıza adaşı ve The The da geldi. Efsane grup 17 yıl aradan sonra yeni şarkılar yayınlayacak bu sene. Müjdeyi verelim.)

ALBÜM

The Sophtware Slump albümü 2000 yılında yayınlandığında elimizde büyük bir hazine olduğunu fark etmiştik. Amerikalı Jason Lytle’ın grubu Grandaddy ile yayınladığı çalışma yeni OK Computer’lük vasfını karşılıyordu. Grandaddy ardından o seviyeye ulaşmayan birkaç albüm daha yaptı ve 2006’da dağıldı. Grubun Lytle ile beraber önemli ismi Jim Fairchild Modest Mouse’a katıldı. Kalan seneler içinde Jason Lytle albümler yapmaya devam etti. Ama hepsi belli bir kalitede olsalar da artık kayıp bir büyünün peşinden koşan işler gibiydi. 2012’de birtakım konserler için grup tekrar biraraya geldi. Meyvesini 11 yıl aradan sonra geçen ay yayınladıkları Last Place ile verdi. Albümü dinlediğiniz anda sanki o 11 yıl hiç geçmemiş gibi düşünebilirsiniz. Tabii bu da insana Lytle’ın nerede bitip Grandaddy’nin nerede başladığını da sorduruyor. Last Place muazzam bir geri dönüş değil ama iyi bir albüm olarak yeni bir kuşağa da müziklerini tanıtabilmek için yeterli. The Sophtware Slump Amerikan indie’si için mucizevi bir andı. Aynı gücü beklemek adil olmaz. Ama gene de sound yerinde, şarkılar dinamik ve Grandaddy’nin hâlâ ortalıkta olduğunu bilmek de güzel.
Bu arada Jason Lytle’ın yeni ve heyecan verici bir projede yer aldığını da hatırlatalım.Midlake’ten Eric Pulido’nun kaptanlığını üstlendiği BNQT isimli indie süper grubu; Franz Ferdinand’dan Alex Kapranos, Travis’ten Fran Healy, Band of Horses’tan Ben Bridwell ve Jason Lytle gibi vokalistlerle nisan sonu bir albüm yayınlayacak. Her zaman işlemez bu tarz denemeler ama vaat ettiğini sunarsa zaten daha da bahsini geçiririz.
Laura Marling’in albümlerini yorumlamak çok da mantıklı gelmiyor artık. 27 yaşındaki İngiliz şarkıcı/şarkıyazarı 18’inden beri albümler yapıyor ve içlerinde en ufak zayıf iş, şarkı yok. Marling günümüzün en iyi gitarist ve vokalistlerinden. 6. ve yeni albümü Semper Femina 2015’de elektrogitara elini attığı Short Movie’den sonra gene fingerpicking akustiklerle geri döndüğü bir albüm. “Kadınlığın keşfi” olarak adlandırdığı yapımın prodüktör koltuğunda, en son Jim James ile çalışan, ayrıca kendisi de pek yetenekli bir gitatist olan Blake Mills var. Prodüksiyonu bu albümü Marling’in çalışmaları arasında bir seviye üste çıkarıyor. Yaylılar çok tadında, Marling’in
vokali çok net. Özellikle ’70 brit-folk’un izlerine rahatça rastlayabileceğiniz bir yapım. Kısaca, gene, Laura Marling’se koy sepete.Kariyerleri 2009’da başlasa ve o ana kadar 2 albüm yayınlamış olsalar da, herhalde New Jersey’li indie’ciler Real Estate’i pek çoğumuz 2014 tarihli Atlas albümüyle tanımıştır. The Byrds-vari cangıl cengil gitarlı, uzaktan “relax” Stone Roses sound’unu hatırlatan şarkılarla çok spesifik bir işi çok iyi kotarmışlardı. O günden bugüne grupta ufak değişimler oldu, grubun Alex Bleeker ile kurucu üyesi olan Martin Courtney çok uzaklara gitmeyen Many Moons isimli bir solo albüm de çıkardı. Yeni albümleri In Mind ile Atlas’ta yaptıklarını aynen devam ettiriyorlar. Hatta daha bile sakin bir iş diyebiliriz, bu mümkünse. Onları tekrarla suçlayabilirsiniz ama şarkılarının işlediğini de kabul etmeliyiz. Tabii ki sürekli yeni arayışlar olmak zorunda değil kimse ama eğer böyle devam edeceklerse her zaman Atlas ile hatırlanacak bir gruptan fazlasını tahayyül etmek zor. Bu arada “Darling” isimli, “at”lı kliplerine de bir göz atabilirsiniz.Stephen Merritt’te ilginç fikirler bitmiyor. 1999’da The Magnetic Fields adıyla yayınladığı 69 Love Songs (evet 69 adet aşk şarkısı bulunan) albümünden sonra bu sefer de 50. yaşını her yılına bir şarkı yazdığı 5 CD’lik 50 Song Memoir ile kutluyor. Merritt’e ve özellikle The Magnetic Fields ile olan çalışmalarına aşinaysanız bu albüm size şaşırtıcı gelmeyecektir. Alabildiğine karanlık vokali gene oyunbaz, basit ama etkili şarkıları süslemeye devam ediyor. Derdini gene zekice anlatıyor. 

Tame Impala verimli grup. Kevin Parker’ın başkanlığını yaptığı Avustralya’nın en büyük kültürel ihracatlarından biri olan grup, 3 albümleriyle her kesimden ilgi görmeyi başarmış büyük bir grup haline geldi. Önce içinden Pond çıktı. Kevin Parker’sız Tame Impala diyebileceğimiz grup kalan Impala üyelerinin Parker prodüksiyonunda güzel işler yapmasını sağlıyor. Hem Impala hem de Pond’da bass’çılık görevini üstlenen 28 yaşındaki Cameron Avery ise solo kariyerinin startını Ripe Dreams Pipe Dreams ile verdi. Psychrock’la pek alakası olmayan tarzı yeni tip ballad’cılara nazire yapıyor. John Grant ve The National’dan Matt Berninger’a yakın vokali onların müziklerini de iyi bir referans noktası yapıyor. Yaşına göre büyük gösteren bir çalışma. Grup işleri kadar iddialı değil, boş vakti olan yetenekli bir müzisyenin kendi kendine eğlendiği bir iş. Bu arada Mayıs’ta Pond’un da The Weather isimli yeni bir albümle karşımızda olacağı müjdesini de verelim.

KONSER

Shazam’lara, Soundhound’lara rağmen geçen yıl kabinde en çok “Bu çalan ne?” sorusuna maruz kaldığımız anların bir kısmı Fransız müzisyen Chassol’un minimal, tekrara dayalı ve ilerledikçe lotus çiçeği gibi yaprak yaprak açılan melodilerine denk gelmişti. İki yıldır müzik hayatımıza katılan Berlin-İstanbul menşeili (bu yıl Tel-Aviv ve Ankara da katıldı şehirlere) XJAZZ Festivali’ne konuk oluyor Chassol. Hem de Big Sun albümüyle. Philip Glass’ın Stockhousen ile buluşması gibi piyano çalan, üflemeliler, yaylılar ve vokal korolarıyla uzun parçalarını elektronik değil doğal seslerle bezeyen, günümüzün Erik Satie’si gibi bir adam Chassol. İki gecesi de kargART Salonu’nda geçecek festivalin programında (bkz. xjazz.net) size de uyacak bir performans bulursunuz mutlaka. Ama Chassol başka. 13 Nisan, Perşembe, Zorlu PSM